16 Eylül 2009

BEŞ MAYMUN VE KURAMSAL NEGATİF ÖĞRENME

Kafese beş maymun koyarlar. Ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar.

Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde, dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar. Sadece merdivenleri çıkmaya çalışan maymun değil, diğerleri de bu soğuk sudan nasibini alir.

Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar. Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymun diğerleri tarafından engellenmeye başlanır.

Daha sonra, maymunlardan biri dışarı alınıp, yerine yeni bir maymun (adı:"A"olsun) konulur.

A'nın ilk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur; fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler...

Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla ("B") değiştirilir

B’de merdivene ilk yaptığı atakta dayağı yer. Bu ikinci yeni maymunu (B) en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur(A).

Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun (C) de ilk atağında cezalandırılır.

Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin (A ve B) en yeni gelen maymunu (C) niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur.

Son olarak en baştaki ıslanan maymunların dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle (D ve E) değiştirilir.

Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artık hiç biri merdivene yaklaşmamaktadır.

Neden mi? Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle GİTMELİDİR...

İşte bu nokta organizasyonel şartlanmanın başladığı yerdir...

M.

12 Eylül 2009

Zaman Makinası

Varsayın ki zaman makinası icat edildi. Acaba bu nasıl bir zaman makinası olur?

Bu makine Internet gibi herkesin yararlanabileceği bir şey mi olur, yoksa Uzay Mekiği gibi çok kısıtlı hükümetlerin ve insanların yararlanabildiği bir şey mi?

Başka bir soru zaman içinde fiziksel bedenimizle bizi başka bir zamana mı götürür, yoksa sadece izleyici mi olabiliriz?

Fiziksel olarak gidersek olaylara etki edeceğimiz de kesin. Aktif olarak bir şey yapmasak bile (bknz. Kelebek etkisi).

Acaba her iki yönde de hareket edebilir miyiz? Yani hem geçmiş hem gelecek yönünde. Gideceğimiz yeri ve zamanı kesin olarak seçebilir miyiz acaba? Mesela yıl MS 784 gibi zaman ve Kuzey 40.2287 Doğu 22.6754 gibi bir coğrafik koordinat verebilir miyiz? Yanımızda bir şey götürebilir miyiz? Yoksa çıplak falan mı gitmek zorundayız? Gittiğimiz yerden geri gelebilir miyiz? Transfer esnasında elektrik kesilirse ne olur? Peki ya su kesilirse? :)

Neyse görüldüğü üzere olasılıklar çok. Şimdi biz bu olasılıkları biraz azaltmak için kurallar koyalım. Sonra da biraz dalgamızı geçeriz.

1. Olmaz ya varsayın ki zaman makinası hiçbir şahsın, ya da hükümetin, milletin vb. malı olmadı ve tüm insanlığın kullanımına açıldı. Yani Internet gibi bir şey.

2. Sadece izleyici olabiliyoruz. Yani gittiğimiz zamanda hiçbir etki yapmamız söz konusu değil. Ghost filmi gibi yani. Sadece izleyiciyiz ve görülmemiz de mümkün değil.

3. Her iki yöne de gidebiliyoruz. Yani hem geçmişe, hem geleceğe. Ayrıca gideceğiniz tarihi (geçmiş veya gelecek) ve coğrafik konumunu kesin olarak seçebiliyoruz.

4. Yanımızda hiçbir şey götüremiyor ve getiremiyoruz.

5. Ve son olarak o kadar yoğun talep var ki, bu makinadan sadece bir kez yararlanma hakkımız var.

Evet kurallar bunlar.

Düşünün bakalım makinayı kullanma hakkı size verildiğinde ne yaparsınız?

Sakın “Loto sonuçlarının belli olduğu gelecekteki gün gider… Sonra geri gelir, kazanan numaralara oynarım” falan gibi gerzekçe şeyler düşünmeyin. Unutmayın makinayı herkes kullanabiliyor. O hafta lotoyu 6 milyar insan birden tutturacak!

Biraz yaratıcı olun…

Benden bu kadar… gidip kendi hayallerimi kuracağım…

Hoşçakalın… zamanda kalın…

08 Eylül 2009

18 Ağustos 2009

Sen Masumsun

Seçimini iyi bir insan olmaktan yana yaptın. Çevrendeki herkese karşı cömert, mültefit, güleç davranıyorsun. Aslında sesin herkesin zannettiğinden daha canhıraş çıkabilir, istersen bağırdığın zaman pencere camlarını zangırdatabilirsin, ama sen yine de minicik bir sesle ve "lütfen"lerle konuşuyorsun.

Çevrende seni seven birçok kişi var, ama nedense bir (ya da birkaç) tane menhus yaratık çıkıyor her seferinde seni ısırmak isteyen. Onlar sana ne kadar kötü davranırsa davransın, sen yine de bunu anlamazlıktan geliyor, onlarla hır çıkarmamak için sabrının sınırlarını sonuna kadar zorluyorsun.

Ama geceleri yatağına çekildiğinde uyku tutmuyor bir türlü. Yolda yürürken tırnaklarını avuç içlerine batırdığını farkediyorsun. Zorlanarak soluk alıyor, uykunun arasında kendi diş gıcırdatmalarını işitiyorsun.

Ne kadar uğraşsan da kendini huzurlu bir insan olduğuna inandırmak için, yine de yüreğinde gün be gün kabaran öfkeyi farketmekten alıkoyamıyorsun. Trafikte kornaya daha sık basmaya, akşam haberlerinde gördüğün olumsuzlukları daha fazla eleştirmeye başladın nicedir. Sigarayı ve tıkınmayı önüne geçilemez bir hezeyan halinde yaşıyorsun.

Zihnini ne kadar zorlarsan zorla senin nezaketini pısırıklık olarak algılayıp üzerine abanan ve en sıradan mevzuları bile sidik yarışına ve iktidar ilişkisine dönüştüren muhatabının bu sinsi, düşmansı tavrına akıl sır erdiremiyorsun. Ağzından çıkan her söz, daha tamamlanamadan polemik olarak geri dönüyor, en yakınında olan kişilerle bir türlü tatlı sohbetlere dalamıyorsun. Alttan alta bir çekişme kemirip duruyor dostlukları.

Kurtuluşu o arkadaş ortamından, o semtten, bazen o işyerinden çekip gitmekte arıyor olabilirsin. Ama derinden derine biliyorsun ki vardığın bir sonraki durakta da benzer kişilikte insanlarla karşılaşacaksın. Onlar enerjilerini düşmansılıkla bilerken sen yorgun düşeceksin. Bunaldıkça mevzileri bir bir onlara terkedecek, yıllar sonra vaktiyle birlikte yola çıktığın kişilerin en pırıltılı olanlarının ortadan kaybolduğunu ama en molozların en üst noktalara tırmanmış olduğunu ve artık senin yazgını da onların belirleme noktasında bulunduğunu göreceksin

Rica etsem bana biraz ailenden söz eder misin? Anne baban nasıl biri? Kardeşlerinle ilişkin nasıl? Ailenin en büyüğü müsün en küçüğü mü? Çocukluğun nasıl geçti? Parlak birisi miydin silik birisi mi?

Dur bi dakka, bana mutlu çocukluk masalları anlatma.

Sohbete buna benzer mutlu çocukluk masallarıyla başlayıp, gecenin bir saatinden sonra ağlayarak annesinden nefret ettiğini, kardeşleriyle hiç anlaşamadığını, çocukken çok yalnız bırakıldığını, çok dayak yediğini, çok iftiraya uğradığını ve daha bir sürlü zehirli atığı bir anda ortaya döküveren insanlar tanıdım.

Belki de sen şanslı bir insandın, bunlardan hiç birini yaşamadın. Hatta belki pembe dizilerdeki gibi bir ailede büyüdün. Ebeveyninin her ikisi de okumuş insanlardı, seni bir tek fiske vurmadan, hatta bağırmadan, hiç bir şeyden yoksun bırakmadan, "ha!" dediğin yerde han kurarak büyüttüler. Onlara hayrandın, gurur duyuyordun. Şimdi bile gurur duyuyorsun.

Peki. Sana bir soru:

Acaba bugünkü hayatının bu kadar zor oluşunda, hata yapmamak için kendini bu kadar kasıyor oluşunda onların bu ölçülü biçili tavrının rolü olamaz mı? Acaba sen farkında olmadan çok yüksekte bulduğun hal tavır ve kariyer çıtasına bir türlü ulaşamıyor, ense kökünde seni sessizce ve sanki pek beğenmezmiş gibi izleyip duran anne ve babanın sanal bakışlarını bir türlü tatmin edememenin sıkıntısını yaşıyor olamaz mısın?

Aslında ağzını burnunu dağıtmak istediğin birine yine de kibar davranıyor olman bundan olabilir mi? Yıllar önce ölmüş olan annenle baban varlıklarını ense kökündeki o görünmez mikroçipte sürdürüyor ve her seferinde "cık cık cık" diye başlarını iki yana sallayarak "olmadı, sana yakışmadı" diyor olabilirler mi?

İllâ başarılı olucam diye tutturuyor, mevzi ve kariyer elde ediyor, ama ulaştığın noktadan dolayı yine de yeterince haz duyamıyorsun. Oysa şu anda bulunduğun yerde olabilmek için ne kadar zaman ve emek harcamış, ne kadar çok insanın üzerine basıp geçmiştin. Ve işte ense kökündeki mikroçip gene tatmin olamadı: "cık cık cık, bu kadarı yetersiz; sen daha da iyi yerlerde olmalısın."

Birilerinin seni sevebilmesi için mutlaka "fazladan" bir şeyler yapman gerektiğini hissettiğin olur mu?

Hı? Hep böyle mi hissedersin?

En osuruk tipten bile aferin alma, onaylayan bakışlarını görme ihtiyac içinde bulduğun oluyor mu kendini? Kazık hesaplar ödediğin lokantadaki garsonun yorgunluktan asılan suratını bile kendi kabahatinmiş gibi algılayıp suçluluk duygusuna kapıldığın oluyor mu? Suratsızın teki yanından selâm vermeden geçse keyfinin kaçtığı, "ben ne yaptım ki ona?" diye kendini sorguladığın oluyor mu?

Dürüst cevap ver. Ezberden konuşma.

Total Recall filmini anımsar mısın? Arnold filmin bir sahnesinde kafatasına yerleştirilmiş bilardo topu büyüklüğündeki kıpkızıl mikroçipi burnunun deliğinden canı acıya acıya nasıl çıkarıp atıyordu.

Hiç vakit kaybetmeden sen de beynindeki mikroçipin yerini saptamalı ve kanırta kanırta söküp atmalısın onu. Yoksa nereye gidersen git, ne halt edersen et, anımsayamayacağın kadar uzun yıllar önce ve fark edemeyeceğin kadar sinsi bir ameliyatla ense kökünde bir yerlere zulalanmış olan ve Big Brother'ın gözetleme aleti gibi seni çaktırmadan gözetleyip yargılayan ve nasıl davranırsan davran yine de suçlu bulan ve uzun yıllar önce boynuna geçirdiği manevi prangayı gevşetmemekte direnen suçluluk duygusunun tutsağı olarak yaşamaya devam edeceksin.

Kendini sevebilmenin önündeki aşılmaz bir engeldir çünkü senin içinde yuvalanmış olan toplum.

Eğer sana hayatı zından eden bir cibilliyetsiz yüzünden bulunduğun yerden pılını pırtını toplayıp gideceksen sessizce ve efendice yapma bunu. Git o pisliğin ağzını burnunu dağıt, ondan sonra bas istifayı. Sonra da git simit sat.

Sana "efendi olmaktan, alttan almaktan" falan bahsedenlere siktiri çek.

Kuyrukta seni dirsekleyip öne geçen hıyarağasına boyun eğme, kavra iki elinle iki yakasından ve burnunun ortasına yapıştır kafayı. İnan bana, bundan çok zevk alacaksın.

O senden daha becerikli çıkar da kafayı senden önce yapıştırırsa hiç dert etme, dayak yemek dünyanın sonu değil.

Şimdi de Dövüş Kulübü filmindeki Tyler Durden'ın çömezlerine verdiği ev ödevini anımsa: "Gidin sokakta hır çıkarın ama dövmek yok. Dayak yiyip gelin."

Yüzyılın filozofudur benim gözümde Tyler Durden. Dayak yemekten, ayıplanmaktan, dışlanmaktan, elâlemin içinde kepaze olmaktan korkan kişi hayat boyu içinde katmer katmer sızılarla dolanır durur.

Herkesin nefret ettiği ve hiç kimsenin görüşmek istemediği bir kişi olmayı göze alamadan özgür olamazsın. Cep telefonun, kovboy şapkan, hem sözlerin hem de konuşan gözlerin, hatta peşinden ayrılmayan abazan bir takipçin olsa bile havagazı; mutlaka mikroçipi çıkarmalısın. Özgürlüğünü seni ağır esaret şartlarıyla içine kabul eden cemaate "hassiktir" çekerek, yoksulluğu ve dışlanmayı göze alarak söke söke elde etmek zorundasın.

İster Musevî ol, ister isevî, ya da Muhammedî, istersen Mecusî, Budist ya da Ateist ol, takdis edilmediğin sürece arafta kalırsın; cennet ve cehennem boyun eğenler ve isyan edenlerle doludur. Aklına kuşku düşenlerin yeridir araf. Ve unutma ki, Batı kültürünün nevrotik dediği kişiye Doğu kültürü ermiş gözüyle bakar.

Psikiyatri osuruktan tayyaredir. En çok da karşısındaki insanı bilgisiyle ezmek isteyen okumuş yavşakların dilinde dolanır psikiyatrik terminoloji. Her kim ki karşına geçip "sende bilmemne kompleksi var" diye saptama yapmaya kalkışırsa "asıl ben senin ananı avradını" diye yanıtla onu. Hiç kimseye senin iç dünyanı senden izin almadan tahlil etme hakkını verme. Bunu yapan küstaha da haddini mutlaka bildir, kendini ezdirme. Dolaylı hakaretlere bilimsellik maskesiyle karşına çıkmış bile olsa fırsat tanıma. Mahallenin delisi ol; isterlerse sana şizofren, histerik, nevrastenik, nevrotik, psikotik, paranoyak, manik, travmatik, vesaire gibi kulplar taksınlar.Sen de onlara "göt lâlesi" diye isim tak. İnan bana, ikisi de aynı kapıya çıkar. Hatta bence seninki daha şık kaçar.

Tabakhaneye necaset yetiştirmekten vazgeçip duvarların eskiyişini uzun uzun seyretmeyi göze alabilirsen, susturmayı başarabilirsen kafandaki cehennemî kent gürültüsünü, gün be gün aklındaki tortulardan arınmaya başlarsın ve muhtemelen ense köküne zulalanmış olan minik vericiden yükselen belli belirsiz vızıltıyı işitebilirsin. Seni dünyaya bırakan ama asla ihtiyaç duyduğun onayı tam anlamıyla vermeyerek hayat boyu kendisine bağımlı kılan annenle babanın sesini ayırt edebilirsin o vızıltının içinde. Biraz daha kulak kabartırsan, yaptığın hiç bir şeyi beğenmeyen, sürekli eleştiren, ne kadar uyumlu davranmaya çalışırsan çalış yine de seni geçimsizlikle suçlayıp dışarıdaki dünyada gerekmediği kadar tavizkâr davranmana neden olacak derin bir suçluluk duygusunu beynine dövme gibi kazıyan tüm yakınlarını, öğretmenlerini, kanaat rehberlerini, eski sevgililerini, can dostlarını, mesai arkadaşlarını da seçebilirsin minik vızıltının içinden.

Kendinle ilgili gerçeği öğrenmenin zamanı geldi artık:

Aslında sen MASUMSUN.

Şu güne kadar uğuldaşarak etrafında dolanıp duran o kör kalabalık tersini söylese de masumsun. Şu anda olduğundan daha iyi huylu, daha munis, daha teslimiyetçi olamazsın. Olmamalısın da zaten.

Sana ev ödevi veriyorum: git kalabalık içinde rezalet çıkart, söv say, cam çerçeve indir, birilerini patakla ya da ağzını burnunu dağıtmalarına çanak tut, işyerindeki molozlarla, apartmandaki komşularınla, dostlarınla, ailenle, eşinle ya da sevgilinle bozuş, işsizliği, yoksulluğu dene, üşü, kal, pisliği sev, hamamböcekleriyle bir arada yaşa, kırık camlara gazete kâğıdı yapıştır, hırpani kılıklarla dolan... her neyse seni korkutan, tastamam onları yap.

Tecavüze uğramaksa en büyük korkun, git kendini düzdür ve rahatla.

Ölümden korkuyorsan, ölümle inatlaş, K2'ye tırman.

Ayıplanmaksa korkun, herkesin içinde osur.

Çünkü korkularındır senin efendin.

Çünkü "koşma, terlersin", "yanımdan uzaklaşma, seni öcüler yer", "bu yaptığın çok ayıp", "bir baltaya sap olamadın", "sen zaten hep böylesin", "o pis şeyleri elleme ağzında burnunda yaralar çıkar", "bula bula bu paçoz kızı mı buldun?", "bu da araba mı?", "sen bir de benimkini gör", "sen ne anlarsın?", "ben senden daha güzelim", "döverim seni", "ya işsiz kalırsam?", "ya hasta olursam?", "ya yalnız başıma ölürsem?" ve daha bin türlü değişik ket vurma, korku, eziklik ve onların tazsız meyvaları.

Eğer bu dünyada korkularını ve sızılarını ve kanayan yaralarını dindirebilecek tek şey olan takdis edildiğini bilme hakkı esirgenmişlerden isen, vazgeç bu umutsuz sevdadan, seni arafta beklemeye mahkum eden toplumu itaatinden yoksun bırak. İşlemediğin bir kabahatin zoraki cezası olarak gör yıllardır yaşadıklarını ve diyetini peşinen ödediğin yaramazlıkların hepsini yapmakta kendini özgür hisset. Kötülüğün yasak olduğu bir dünyada kimsenin iyiliği gerçek iyilik sayılamaz. İyilik dayatılamaz. İyilik, seçme hakkı olanların bilerek yöneldiği ve bedelini ödemeyi göze aldığı bir erdemdir; düzen neyse onun buyruklarına boyun eğmiş kuru kalabalığın ortalama değerleriyle iyiliği karıştırmak ise cehaletin daniskası.

Sen aslında otoriter bir toplumsal hayat tarafından suçsuz yere köleliğe mahkum edilmiştin. Kafana "bilinç" diye sokulan bir sürü zırva aslında seni formatlamak isteyen düzenin buyruklarıydı; ve sen onları tanrı buyruğu sanmıştın bütün o harcanmış yıllar boyunca. Vehmedilmiş bir kabahati
affettirmek için yaşıyor gibiydin.

Ama artık anlamalısın ki, sen aslında M A S U M S U N.

Necdet Şen (http://www.derkenar.com/)

Not : Bu yazı daha önce bilgisayarımda isimsiz olarak kayıtlı idi. Araştırmalarım sonucu yazarının Necdet Şen, yazının başlığının da "Sen Masumsun" olduğunu öğrendim ve tabii altına yazdım.

Hayatın Kuralları

İnsanlara beklediklerinden fazlasını verin ve bunu içtenlikle yapmaya çalışın.

En sevdiğiniz şiiri ezberleyin.

Her duyduğunuza inanmayın. Dilediğiniz kadar harcayın ve uyuyun.

‘‘Seni seviyorum'' dediğinizde buna önce siz inanmalısınız.

Özür dilediğiniz insanın gözlerinin içine bakın.

Evlenmeden önce en az altı ay nişanlı kalın.

İlk bakışta aşka inanın.

Birinin hayallerine asla gülmeyin.

İhtirasla sevin. Yara alabilirsiniz ama bu hayatı doyasıya yaşamanın tek yoludur.

Uzlaşmazlıklarda adil savaşın.

İnsanları akrabalarına göre yargılamayın.

Yavaş konuşun, hızlı düşünün.

Biri yanıtlamak istemediğiniz bir soru sorduğunda gülün ve ‘‘Niye bunu öğrenmek istiyorsun'' diye sorun.

Büyük işlerin ve büyük aşkların riskli olduğunu unutmayın.

Annenize telefon edin.

Biri hapşırdığında ‘‘çok yaşa'' demeyi ihmal etmeyin.

Kaybettiğiniz zamanlar ders almasını bilin.

Üç S'yi unutmayın: Kendine saygı, başkalarına saygı ve her hareketinizin sorumluluğu.

Önemli bir dostluğun küçük bir kavgayla yara almasına izin vermeyin.

Hata yaptığınızı anladığınızda derhal önlemini alın.

Ahizeyi kaldırdığınızda daima gülümseyin.

Sohbet etmeyi sevdiğiniz biriyle evlenin.

Zaman zaman yalnız başına kalın.

Değişikliğe açık olun ama değerlerinizi yitirmeyin.

Sessizliğin bazen en iyi cevap olduğunu hatırlayın.

Daha fazla kitap okuyup, daha az televizyon seyredin.

İyi, onurlu bir yaşam sürün. Yaşlandığınızda geriye baktığınızda, ikinci kez mutluluk duyacaksınız.

Tanrıya güvenin ama arabanızın kapısını kilitleyin.

Evinizde sevgi dolu bir amosfer olsun.

Yakınlarınızla münakaşa ettiğinizde geçmiş olayları es geçin.

Satır aralarını okuyun.

Bilginizi paylaşın. Bu ölümsüzlüğü yakalamanın yoludur.

Yeryüzüne iyi davranın.

Dua edin. İyi gelir.

Size iltifat edildiğinde lafı kesmeyin.

Kendi işinize bakın.

Öpüşürken gözlerini kapatmayan insanlara güvenmeyin.

Yılda bir kez hiç gitmediğiniz bir yere gidin.

Çok paranız olursa eğer başkalarını da mutlu edin.

Unutmayın, bazen istediğinizi elde etmemek şans olabilir.

Kuralları öğrenin ama arada sırada onları çiğneyin.

Sevginin çıkara üstün olduğu ilişki en güzelidir.

Başarınızı onu elde etmek için göze aldığınız şeylere göre ölçün.

Karakterinizin kaderiniz olduğunu asla unutmayın.

Sevgiye, bir de yemek yapmaya kendinizi koşulsuz verin.

Erica Jong

16 Ağustos 2009

Öğrendim ki

Yıllar Sonra Öğrendim ki, Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız, Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz, Gerisini karşı tarafa bırakırsınız.
________________________________________
Tabii ki kimseyi bizi sevmeye zorlayamayız. Ancak sevilecek insan olma ya da olabilme kısmı biraz muğlak kalıyor. Sorular şunlar:· Kendimizi “kim” için sevilecek insan yapacağız?· Herkes için sevilecek insan olabilmek mümkün mü?· Mümkünse bile bir taraftan herkes tarafından sevilecek insan olma kaygısı güderek sürekli kendimizi değiştirirken diğer taraftan nasıl kendimiz olacağız?
Tabii ki sevilecek insan olmanın evrensel bazı standartları var. Dürüst olmak, güvenilir olmak, yardımsever olmak vb. Tabii ki bunlar sizin sevilmenizi garanti etmiyor. Sadece olasılığını arttırıyor. Diğer taraftan sırf bu özellikleriniz nedeniyle bile bazıları bırakın sevmeyi sizden nefret bile edebilirler. Yani herkes tarafından sevilmek olası bir durum değil. Diğer taraftan sürekli kendimizi modifiye ederek, değiştirerek yaşamamız da biraz fazla programlı duruyor. İnsan doğal süreci içinde zaten değişir, evrilir. Bu bazılarında iyi yönde bazılarında kötü yönde olur.
Diğer taraftan akla gelen bir başka soru da şu; Neden bu kadar sevilme ihtiyacı duyuyoruz? Bu soruyu sorma sebebim bunu yadsımam değil. Ben de sevilme ihtiyacı duyuyorum. Ama soru da yine orada duruyor. “Neden sevilmek bizim için bu kadar önemli?” Çok da uzun uzun yazasım yok. Ataol Behramoğlu’na kendi ekleyeceğim ufak bir değişiklik ile katılacağım. Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız... Siz başkalarını seversiniz… ki bunun ön koşulu kendinizi de sevebilmenizdir… Sonra da başkalarının da sizi sevmesini umut eder ve gerisini karşı tarafa bırakırsınız…
________________________________________


Öğrendim ki, Güveni geliştirmek yıllar alıyor, Yıkmak bir dakika.

Behramoğlu’na katılmamak mümkün mü? Gerçekten de bir insanın güvenini kazanmak yıllar alıyor ve bir dakikada bu güven yerle bir olabiliyor. Fiili durum bu olmakla beraber biraz da aksak duruyor. Sorun şu; Biz insanlar neden birbirimize bu kadar güvensiziz. Cevabı basit kazık yeme olasılığımız var da ondan. E birileri kazık yiyorsa birileri de atıyordur değil mi? Kazık atmak kısaca birinin size olan güveninin suistimal etmeniz anlamındadır. Ancak kazık atmanın/yemenin de iki boyutu olduğunu düşünüyorum. Birincisi yukarıdaki tanıma uyarken ikincisi pek uymuyor. Mesela karşınızdakinin beklentilerine uygun hareket etmediğinizde ona kazık atmış olur musunuz? Bunun da iki yönü var. Bu beklentiyi tek başınıza siz oluşturduysanız olursunuz. Bu beklentiti karşı taraf oluşturmuş, siz bi haberseniz olmazsınız. Sorunun cevapsız kaldığı durum ise; Beklentinin varlığından iki tarafın da haberdar olduğu ama sizin bu beklentiyi şu veya bu sebeple karşılamayı reddettiğiniz veya karşılayamadığınız durumdur. Şimdi bu bir kazık mıdır? Ona da siz karar verin ________________________________________

Öğrendim ki, Hayatında nelere sahip olduğun değil, Kiminle olduğun önemli.
Öğrendim ki, Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün, Ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.
Öğrendim ki, Kendini en iyilerle kıyaslamak değil, Kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.
Öğrendim ki, İnsanların başına ne geldiği değil, O durumda ne yaptıkları önemli.
Öğrendim ki, Ne kadar küçük dilimlersen dilimle, Her işin iki yüzü var.
Öğrendim ki, Olmak istediğim insan olabilmem, Çok vakit alıyor.
Öğrendim ki, Karşılık vermek, Düşünmekten çok daha basit.
Öğrendim ki, Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek, Hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.
Öğrendim ki, “Bittim” dediğin andan itibaren, Pilinin bitmesine daha çok var.
Öğrendim ki, Sen tepkilerini kontrol edemezsen, Tepkilerin hayatını kontrol eder.
Öğrendim ki, Kahraman dediğimiz insanlar, Bir şey yapılması gerektiğinde, Yapılması gerekeni, şartlar ne olursa olsun yapanlardır.
Öğrendim ki, Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.
Öğrendim ki, Bazı insanlar sizi çok seviyor, Ama bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.
Öğrendim ki, Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz, Bazıları hiç karşılık vermiyor.
Öğrendim ki, Para ucuz bir başarı.
Öğrendim ki, En iyi arkadaşla sıkıcı an olmaz.
Öğrendim ki, Düştüğün anda seni tekmeleyeceğini düşündüklerinden bazıları, Kaldırmak için elini uzatır.
Öğrendim ki, İki insan aynı şeye bakıp, Tamamen farklı şeyler görebilir.
Öğrendim ki, Aşık olmanın ve aşkı yaşamanın çok çeşidi vardır.
Öğrendim ki, Her şartta kendisi ile dürüst kalanlar, Daha uzun yol yürüyor.
Öğrendim ki, Hiç tanımadığın insanlar, İki saat içinde senin hayatını değiştirir.
Öğrendim ki, Anlatmak ve yazmak ruhu rahatlatır.
Öğrendim ki, Duvarda asılı diplomalar, İnsanı insan yapmaya yetmez.
Öğrendim ki, Aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa, Anlam yükü o kadar azalır.
Öğrendim ki, Karşısındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında Çizginin nereden geçtiğini bulmak zor.
Öğrendim ki, Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez, Gerçek aşkların da!
Öğrendim ki, Tecrübenin kaç yaşgünü partisi yaşadığınızla ilgisi yok, Ne tür deneyimler yaşadığınızla var.
Öğrendim ki, Aile hep insanın yanında olmuyor. Akrabanız olmayan insanlardan ilgi, sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz. Aile her zaman biolojik değil.
Öğrendim ki, Ne kadar yakın olurlarsa olsunlar, En iyi arkadaşlar da ara sıra üzebilir. Onları affetmek gerekir.Öğrendim ki, Bazen başkalarını affetmek yetmiyor. Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor.
Öğrendim ki, Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın, Dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.
Öğrendim ki, Şartlar ve olaylar, kim olduğunuzu etkilemiş olabilir. Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz.
Öğrendim ki, İki kişi münakaşa ediyorsa, bu birbirlerini sevmedikleri anlamına, Etmemeleri de sevdikleri anlamına gelmez.
Öğrendim ki, Her problem kendi içinde bir fırsat saklar. Ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.
Öğrendim ki, Sevgiyi çabuk kaybediyorsun, Pişmanlığın uzun yıllar sürüyor.
Ataol Behramoğlu

02 Ağustos 2009

ÖĞRENDİM Kİ


ÖĞRENDİM Kİ

Yıllar Sonra Öğrendim ki, Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız, Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz, Gerisini karşı tarafa bırakırsınız.

Öğrendim ki, Güveni geliştirmek yıllar alıyor, Yıkmak bir dakika.

Öğrendim ki, Hayatında nelere sahip olduğun değil, Kiminle olduğun önemli.

Öğrendim ki, Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün, Ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.

Öğrendim ki, Kendini en iyilerle kıyaslamak değil, Kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.

Öğrendim ki, İnsanların başına ne geldiği değil, O durumda ne yaptıkları önemli.

Öğrendim ki, Ne kadar küçük dilimlersen dilimle, Her işin iki yüzü var.

Öğrendim ki, Olmak istediğim insan olabilmem, Çok vakit alıyor.

Öğrendim ki, Karşılık vermek, Düşünmekten çok daha basit.

Öğrendim ki, Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek, Hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.

Öğrendim ki, “Bittim” dediğin andan itibaren, Pilinin bitmesine daha çok var.

Öğrendim ki, Sen tepkilerini kontrol edemezsen, Tepkilerin hayatını kontrol eder.

Öğrendim ki, Kahraman dediğimiz insanlar, Bir şey yapılması gerektiğinde, Yapılması gerekeni, şartlar ne olursa olsun yapanlardır.

Öğrendim ki, Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.

Öğrendim ki, Bazı insanlar sizi çok seviyor, Ama bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.

Öğrendim ki, Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz, Bazıları hiç karşılık vermiyor.

Öğrendim ki, Para ucuz bir başarı.

Öğrendim ki, En iyi arkadaşla sıkıcı an olmaz.

Öğrendim ki, Düştüğün anda seni tekmeleyeceğini düşündüklerinden bazıları, Kaldırmak için elini uzatır.

Öğrendim ki, İki insan aynı şeye bakıp, Tamamen farklı şeyler görebilir.

Öğrendim ki, Aşık olmanın ve aşkı yaşamanın çok çeşidi vardır.

Öğrendim ki, Her şartta kendisi ile dürüst kalanlar, Daha uzun yol yürüyor.

Öğrendim ki, Hiç tanımadığın insanlar, İki saat içinde senin hayatını değiştirir.

Öğrendim ki, Anlatmak ve yazmak ruhu rahatlatır.

Öğrendim ki, Duvarda asılı diplomalar, İnsanı insan yapmaya yetmez.

Öğrendim ki, Aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa, Anlam yükü o kadar azalır.

Öğrendim ki, Karşısındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında Çizginin nereden geçtiğini bulmak zor.

Öğrendim ki, Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez, Gerçek aşkların da!

Öğrendim ki, Tecrübenin kaç yaşgünü partisi yaşadığınızla ilgisi yok, Ne tür deneyimler yaşadığınızla var.

Öğrendim ki, Aile hep insanın yanında olmuyor. Akrabanız olmayan insanlardan ilgi, sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz. Aile her zaman biolojik değil.

Öğrendim ki, Ne kadar yakın olurlarsa olsunlar, En iyi arkadaşlar da ara sıra üzebilir. Onları affetmek gerekir.

Öğrendim ki, Bazen başkalarını affetmek yetmiyor. Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor.

Öğrendim ki, Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın, Dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.

Öğrendim ki, Şartlar ve olaylar, kim olduğunuzu etkilemiş olabilir. Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz.

Öğrendim ki, İki kişi münakaşa ediyorsa, bu birbirlerini sevmedikleri anlamına, Etmemeleri de sevdikleri anlamına gelmez.

Öğrendim ki, Her problem kendi içinde bir fırsat saklar. Ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.

Öğrendim ki, Sevgiyi çabuk kaybediyorsun, Pişmanlığın uzun yıllar sürüyor.

Ataol Behramoğlu

30 Haziran 2009

Düşük Fiyatla Rekabet ve Nezle

Düşük fiyat ile rekabet etme süreci aşağıdaki gibi işler.
Piyasada ortalama bir fiyat aralığı vardır. Piyasadaki firmaların kendi müşteri portföyleri /segmentleri vardır.
Normal rekabet sınırları içinde rekabet ederler… Bu rekabet bir taraftan pazarı büyütmeyi… bir taraftan da mevcut pazardan daha fazla pay almayı (yani rakiplerinin payından da pay almayı) hedefler… işe de yarar.
Sonra birden bire iki şeyden biri olur. Ya yeni bir firma uzaydan gelen bir ossuruk gibi pazara girer ve düşük fiyat deklare eder, ya da halihazırda pazarda olan aktörlerden bir tanesi aniden fiyat düşürerek dengeleri bozar.
Piyasa buna refleks verir… yani piyasadaki diğer aktörlerinde en azından bir kısmı fiyat düşürür.
Bu döngü birkaç defa tekrarlanabilir.
Sürecin sona ermesinden hemen önceki görüntü aşağıdaki gibidir.
Fiyat düşürmeyen firmalar belli oranlarda müşterilerini daha düşük fiyat sunan firmalara kaptırmış durumdadır. Dolayısı ile karlılığı da düşmüştür. Ancak ayaktadır.
Fiyat düşüren firmalar, düşürme oranlarına göre ya çok az kar etmekte, ya da zarar etmektedirler. Bunu da ancak işletme giderlerini minimize ederek becerebilmektedirler.
Süreç tamamlandığındaki görüntü ise şudur.
Pazarın dengelerini ilk bozan firma büyük olasılıkla arkasında bir alacaklılar ordusu bırakıp batmıştır. (Onun için düşük fiyatla rekabet eden firmalardan alacaklı olmamaya, onlara açık hesap selam bile vermemeye dikkat edin derim.)
Fiyatı ilk düşüren firma ile onu takip eden her firma rekabet edeceğim diye tutturan aktörlerden ise sermaye yapısı güçlü olanlar ayakta kalmıştır ancak mutlaka zarar etmişlerdir. Sermaye yapısı güçlü olmayanlar ise ya batmışlardır ya da batmak üzeredirler.
Bu sürecin sonunu getiren, domino etkisi ile yıkımı başlatanlar ise daima müşterilerdir. Fiyatı aşırı düşüren firmalar mal/hizmet kalitesini de –mecburen – düşürmüşlerdir. Bunun negatif etkilerini hisseden müşteriler yavaş yavaş düşük fiyat sağlayan firmaları terk etmeye başlarlar. Birim müşterisi başına karşılığı zaten düşük olan bu firmalar bir de müşterilerini kaybetmeye başlayınca domino etkisi başlar ve tam bir yıkım olur.
Yıkılanlar yıkılır… Ayakta kalanlar kalır.
Tüm bu süreçten –müşteriler dahil – maalesef herkes zarar görür. Maalesef bu fiyat kırıcılar daima vardır.
Bu yüzden siz siz olun… kendinizi düşük fiyat rekabetinin ortasında bulursanız… ona nezle muamelesi yapın. Biraz burnunuz akar, biraz gözleriniz sulanır ama geçer.
Geçtiğinde ise siz ayakta olursunuz… “virüs”ten ise eser bile kalmaz…
Ama tutup de ben bu virüsü mahvedicem diye tutturursanız… olan burnunuza olur..

RTÜK’ün Sembolleri Yetersiz…

Biliyorsunuz epeyce bir süredir televizyonda bir program başlamadan önce o programla ilgili uyarı sembolleri geliyor ekrana.
Bunlar 7 tane
· Genel İzleyici (kimler oluyorsa?!)
· 7 Yaş ve üzeri için
· 13 Yaş ve Üzeri için
· 18 Yaş ve Üzeri için
· Şiddet ve Korku
· Cinsellik
· Olumsuz Örnek Oluşturabilecek Davranışlar (burnunu karıştırmak gibi falan mı acep?)
Bunlar kesinlikle yetersiz… Ben bunlara yenilerinin eklenmesi istiyorum.
Bunlardan bazılarını aşağıda sıraladım.
· Amerikan Yapımı Filmler’den önce “Amerikalılar müthiş insanlardır… İnanmazsanız İzleyin” sembolü
· Fransız yapımı filmlerden önce çift sembol. “Yatakta seyredin, nasıl olsa sıkıntıdan uyuya kalacaksınız” ve “Televizyonunuzun ayarları ile oynamayın… bu film Fransız filmidir ve tek bir aydınlık sahne bile göremeyeceksiniz” sembolü.
· Spielberg’in filmlerinden önce “Bu bir Yahudi propagandası filmidir” sembolü.
· Belgeseller’den önce “İki dakka bi bakın belki işe yarar bişi öğrenirsiniz” sembolü.
· Haberlerden önce “Sadece özet kısmını dinlemeniz yeterlidir” sembolü.
· Reklamlardan önce “Televizyonunuzun sesini kısınız… yoksa ya kulak zarınız patlar… ya sinir sisteminiz çöker” sembolü.
· Magazin programlarından önce içinde beyin olmayan bir kafatası simgesi “Bu program “az sonra”, “az sonra” diye başlayacak ve “az sonra”, “az sonra” diye de bitecektir” sembolü.
· Açık oturum programlarından önce “Tepişmeye ve kakışmaya hazır olun” sembolü.
· Yerli filmlerden önce “Kesin bu filmi daha önce otuz kere görmüşsünüzdür” sembolü.
· AzerTV kanalındaki Amerikan filmlerinden önce “Dikkat bu lehçe sizi gülmekten öldürebilir” sembolü.
· Şampiyonluk maçları sonrasında “Dikkat pencereden bakacaksanız çelik yelek giyin” sembolü falan gibi…
RTÜK beni ararsa diğer dahiyane önerilerimden de faydalanabilirler…
Not : Lütfen Zahit Akman aramasın… Fenerimin yönü şaşırmasın…

Demokrasi

Translate